The Psychology of the Increase in Divorces and Decline in Reproduction in Turkey
Türkiye’de Boşanmalardaki Artışın, Üremedeki Düşüşün Psikolojisi
The Psychology of the Increase in Divorces and Decline in Reproduction in Turkey
Son günlerde anlaşılmaya çalışılan bir mevzu var. Ülkemizde de malum, 2025 Aile Yılı olarak ilan edildi. Aile yılının, ailenin çöküş döneminde ilan edilmesi çok anlamlı değil tabi. Osmanlı gibi yükseliş, fetret ve çöküş diye düşündüğümüzde ya yükselişteyken, olmadı fetrette müdahale etmediysen çöküşte zaten enkaz altında kalıyorsun.
Ailenin çöküşü dediğimizde 3 kritik etken görüyoruz: Doğum hızının düşmesi, boşanmaların artması, evlenmelerin azalması.
Bunlarla ilgili birçok analiz yapılıyor. Uzmanı, acemisi, beşik kertmesiyle 70 yıl geçireninden 1 ilişkisini bile 2 yıla uzatamamışına kadar herkesin zaten fikri var, izlersiniz medyada.
Benim teorimi henüz dile getiren görmedim. O yüzden gönül rahatlığıyla atış yapabilirim, bir miktar yanılabilirim bile. İlk olmanın avantajı…
Z kuşağı ile ilgili şikayetleri, işçi-işveren ilişkilerini, insanların duygu dünyasıyla ilgili arayışlarını irdeleyince benim gördüğüm örüntünün bağlandığı nokta “bağlanmadan kaçınma”, “krizden kaçınma”, “bırakabilme”, “bırakmak zorunda kalmama”, “özgürlüğe kolay erişebilme”, “kolay pozisyon alabilme kabiliyetini diri tutma” gibi modlardan oluşuyor. “Çok seçenek var ya ondan ayrılıyorlar” benim için sorunun cevabı değil. Çünkü kök sebep değil de sonucun doğurduğu şartlara adaptasyon işlevi olarak görüyorum. Yani zaten ayrılacaklar, ayrılıyorlar ve bunu yaparken daha az kaygılı hissetmelerini sağlayan pozitif bir etken çok seçenek olması.
Evlenmek zor ama ebeveynlerden kopmak daha zor. Manen zaten yıllarca borçlandırılmış çocuklar kendi ailelerini kuramıyor, kursa kabul edilmiyor; şantajlara, duygu sömürülerine maruz kalıyor. Anne baba kardeş çekirdeğini bırakamıyorlar. Zar zor kurdukları ailede baş başa kalamıyorlar. Karşı sülaleyi de göz ardı edemiyorlar. Ailenin çocuğu oldukları zamanki sorumluluklarını bırakamıyorlar. Öğretilmiş aile kavramını, onun getirdiği yükleri, sorumlulukları bırakamıyorlar. Kendi heveslerini de bırakamıyorlar. Eşlerini yalnız bırakamıyorlar, kendileri de yalnız kalamıyorlar. Borçsuz kalamıyorlar, sosyal hayatlarını diri tutmak için hareketsiz kalamıyorlar. Çok seçenek olması da bunların tüketilmesi gerekliliği hissini ortaya çıkarıyor. Yoruluyorlar, bunalıyorlar, şişiyorlar. Ama bu cendereden çıkamıyorlar. Hukuk bağlıyor, yakalarını bırakmıyor. Kültür bağlıyor, yakalarını bırakmıyor. İsteseler de kurtulamıyorlar… Çocuk, iadesi olmayan bir ürün. Ne masrafı ne dersi bitiyor. Yaptın mı bırakamıyorsun ama bakamıyorsun da… Ama çocuğu bırakamıyor olmanın bonusları var, annesini-babasını da bırakamıyorsun. Bütün o süreçlere yetememe suçluluğunu, yetişememe sıkışıklığını, becerememe aşağılamalarını yaşayıp yaşayıp bir türlü kurtulamıyorsun.
Bir büyüğümüzün bu durumlardan kurtulmak için önerdiği, elimizde olan en güçlü silahı hatırlayın: Yakalanmamak.
İşte insanlara olan da bu, yakalanmamaya çalışıyorlar, çünkü yakalanınca bırakamıyorlar.
Bırakmayı bilmeyen bir milletiz. Bırakmamayı çok övüyor, kutsuyoruz. Batan ilişkilerin de işlerin de çoğu bu yüzden…
Zamanında ayrılamadığınız kişiyle evlenmek zorunda kalıyorsunuz. Zaten zamanında evlenmediğinizde, kutsal evlilik kapısından girip kutsal aile inşa edemediğinizde tepki görüyorsunuz. “Ben kimim ki kutsal bir şeyler yapayım” derken ortaya çıkardığınız şeyin kutsallığından havalara girip, rolü üstleniyorsunuz. İşte dönülmez bir aşama daha. Sizin kendi kutsal inşaatınız artık yıkamayacağınız genel bir hal alıyor ve eğer toplumun kutsalını yıkarsanız sizin de yıkılmanızı sağlamaya çalışıyorlar. Kimler? Düne kadar sevdikleriniz, sizi sevenler, size değer verenler, size birey muamelesi yapanlar, fikrinizi soranlar, yardımınıza koşanlar… İşte bir çuval inciri mahvettiniz, herkesin kutsalını çiğnediniz. Henüz hukuki kısmına değinmedik, orada kazanacağınız düşmanları, vereceğiniz savaşları anmadık…
Bu kadar gerilim üreten, yaralara hatta ölümlere sebep olan bir cendereye kim girmek ister ki?
Zamanında kapatamadığınız dükkân bile yıllarınızı, sağlığınızı elinizden alıyor. Etrafınıza “keşke açmasaydım” diye ağlaya ağlaya anlatıyorsunuz. İnsanları etkilemiyor mu bu? Anlatmasanız da görmüyorlar mı derdinizi, yükünüzü?
Velhasıl mevzunun asıl dayandığı nokta bu: bırakamamak.
Bırakamadığınız bilindiğinde de varlığınızın kıymeti kalmıyor. 3 kelime, 1. cepte… Ceptekine kafa yormak, üzerine düşünmek gerekmez. Cepte, rahat mı değil mi önemi kalmaz.
Ayrılamayacağınız mekânda bulunmanızın, reddetme hakkınız olmayan teklife cevap vermenizin kimsenin gözünde bir kıymeti yok, olmuyor, olamıyor. Attığınız imzayla terkedilemez olduğunuz gibi terk edemez de oluyorsunuz. Tam da bu nedenle sevgiliyken aldığınız keyfi, lezzeti evliyken alamıyorsunuz. Gidemeyeceğiniz için varlığınızın da kıymeti kalmıyor.
Varlığının kıymeti olmadığı yerde insan var olmak istemez.
Artık insanlar bu durumu sürdürmek zorunda olmadıklarının farkındalar. İnsanlar işte kalmıyor, ihtiyacını giderip gidiyor; eşte kalmıyor, ihtiyacını giderip gidiyor.
Özlem duyulan o eski sistemde ise herkes yerinde sabitti, gitmek mümkün değildi ve orada da duygusal ihtiyaçlar göz ardı ediliyordu. İnsanlar duygusal aç halde mevcut düzeni sürdürüyordu. Bir şey değişmedi, insanlar halen duygusal aç ama “madem aç kalacağım, doymayacağım, en azından kendimi harcamayacağım” demeye başladılar.
Asgari ücret kazanacaksa en basit iş olsun diyenleri anlamak lazım. Asgari ücret kazanacaksa okumaya gerek yok, asgari ücret kazanacaksa efor sarfetmeye gerek yok, asgari ücret kazanacaksa kimseyi memnun etmeye gerek yok… Hatta asgari ücret kazandığı işte mesai arkadaşlarıyla iyi geçinmesine bile gerek yok… Geçenlerde parodi videolarını gördüğüm “z kuşağıyla çalışmak” konusu çok güzel ele alınmış, durumu iyi anlatıyor. Bu kez de en ufak zorlukta, en ufak müdahalede, en ufak herhangi bir şeyin varlığında ya da yokluğunda bırakan insanlar doldurdu ortalığı.
Bırakabilmenin rahatlığı yaşanmaya başladı ama şimdi de sahip olmanın güvenliğini yaşayamaz oldu insanlar. Herkes kaygılı, tedirgin, dağınık…
Olur böyle çalkantılar, uçlara savrulur insanlar ama savruldukları yerde birikip çoğalırlar da… Kendi adıma çok dert etmiyorum. O yüzden “ne yapmak lazım?” stresi yaşamıyorum ama yine de çözüm önerim var: Kolaylaştırmak lazım, rahat bırakmak lazım, nezaketli bir saygıyla karşılamak lazım, gerilimi azaltmak lazım, yük yüklememek, dert çıkarmamak lazım…
Dr. Mesut Cevdet YAVUZ